Bu yazıyı bir eleştirmen ve uzman olarak değil ama adı Sinema ya da Yeşilçam olan toplumsal mühendislik projesinin uygulama alanında kalan bir izleyici olarak yazıyorum.

Sinema gösterimleri daha çok halkın eğlenceli (!) vakit geçirmesi için tasarlanmış bir sektördür. Eğlenceden anlaşılan ise daha çok malayani, boş ve günahla baş başa geçirilen zaman dilimi olarak anlaşılabilir. Zaman zaman öğretici yanları olduğu söylense de öğretilenlerin ve asıl amaçlanan hedeflerin ne olduğu yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

Sinema sektörü ülkemizde toplumsal dönüşümün öncülerinden olmuştur. Toplumun Batı’ya ait batıl modernizmine hızla geçişi için bir motor güç olarak kullanıldığı aşikârdır. Türk Sineması, Dünya Sineması’nın arkasında kötü bir taklit eden uygulayıcı olarak yer almıştır.

Dünyaya nizam veren şer güç sinemayı da atlamayacağı kesindir. Şerrini, kaynak ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’nde olgunlaştırdıktan sonra tüm ülkelere altın tasta zehir misali sunmuştur.

Hep dendiği üzere ülkemiz Türkiye’nin şartları ve dinamikleri kendine hastır, dünya normallerine benzemez. Buna bağlı olarak sinema sektörünün toplumsal mühendislik projesindeki rolü de Türkiye’nin dinamikleri üzerine farklı uygulanmıştır. Yeşilçam Sineması’nın ilk yıllarında modern adam ve kadının hayat tarzı, kafa yapısı ve davranış şekilleri dayatılmaya çalışılmıştır. Sinema ile halkın hayat tarzı ve şartları arasında dağlar kadar fark vardır ama filmlerdeki fakir kızın hanımefendiliğe (!) yükselmek için gösterdiği çaba takdire şayandır. Onun bu çabası halk için bir örnektir artık. Biraz şivesiz güzel konuşma kursu, biraz dans dersi, modern yemek yeme uygulamaları, ağır bir makyaj, frapan ve müstehcen bir kıyafet… İşte size cahil, konuşmasını bilmeyen, hor görülen, giydiği kıyafetler ile karşı cinsin dikkatini çekmeyen bir Anadolu kızının ya da kadınının cinsî cazibe merkezi olan bir modern hayat hanımefendisine dönüşüm hikâyesi. Yeşilçam mantığına göre, böyle olmayı isteyen ve bu yolda kutsallarını feda edebilecek her bayanın ulaşabileceği bir sonuçtur bu; yeter ki gereklerini yerine getirsin. Bunları yapıp ettikten sonra da ödül, zengin ve eğitimli (yoksa öğretimli mi desek) bir fabrikatörün eşi olmaktır. Yeşilçam’ın amacı da böyle ütopyaları, kutsallarını fedâ edebilecek ama bu konuda toplum baskısı ve ayıplamasından korkanların beynine yerleştirmektir. Gerçi sinema ve diğer toplumsal projeler kapsamında günahı ayıplama ve defetme ameliyesi de ortadan kalkmaya yüz tuttu. Ne de olsa memlekette demokrasi var, hoşgörü var, isteyen istediğini yapar değil mi?

Sinemanın yukarıda bahsedilen evresinden sonra sosyal sinema evresi hayata geçti. Bu evrede de şehirde yaşayıp şehirli olamayan ya da bizzat köyde yaşayan insanların hayatı Yeşilçam tarzında mercek altına alındı. Şehirde ya da köyde yaşayan köylü vatandaşımız çoğunlukla cahil, zamanında konuşmasını, zamanında susmasını pek bilmeyen, yemek yerken kaşığın sapını tüm avucuyla balta gibi tutup tek kaptan yemek yiyen (bunlar acayip hareketler olmamakla beraber hep öyle gösterildi), kadını ezip yok sayan, cahil ve kötü niyetli gösterilen dini kişiliklere ya gözü kapalı saygı duyan ya da karşı çıkan, kısır çekişmelerle hayatını geçiren ve feodalite uygulamaları içinde boğulan insanlar olarak yansıtıldı. Böylesine kötü (!) bir vaziyetten kurtulmanın yolunun da, feodal yapıya ve İslam’ı kötüleme adına her yönüyle kötü bir kişilik olarak yansıtılan İslamî kişiliğe hayır demekle olacağı pompalandı. Feodalite, gelenek ve görenekti; kötü yansıtılan dînî kişilik ise o yörenin din âlimi idi aslında. İslam’a aykırı gelenek-görenek vardı belki, negatif bir kişilik olarak dini istismar eden insanlar da vardı belki ama sinema işine öyle geldiği için olaya toptancı baktı. Örnek gösterilen kişilikler de vardı tabii o birkaç saatlik filmlerde. Onlar da tahmin edileceği üzere hayata sinema yönetmeninin ideolojisi ile bakan ve güçlü, tutarlı bir kişilik olarak gösterilen bir ya da birkaç kişiydi. Onlar, kaynağı nereden alındığı belli olmayan ama dinden almadığı da belli olan bir dürüstlük içindelerdi. Köylümüz de böylece sinema şeridi içinde şekil verilmek için kendine yer buldu.

Sinema ve Yeşilçam Mühendislik Projesi kapsamında dini referans alan davranışlar aforoz edilmiş oluyordu ama insanların isimleri hâlâ İslamî idi. Buna da çare bulundu. İslam’ın itibarlı isimleri komik, aptal, kötü ve şahsiyetsiz film karakterlerine verildi. Özellikle Recep, Şaban, Ramazan deyince üç aylar mı yoksa komedi filmlerinin kahramanlarının isimleri mi aklınız geliyor? Cafer, Lütfü, Abbas, Vakkas, Bayram, Osman gibi nice güzel isimler de hep üçkağıtçı ve zalim karakterlerinin ismi oldu. Fatma, Ayşe, Hatice gibi güzel isimler de filmlerde modernlik dersi alındıktan sonra ilk olarak değiştirilenlerdendi. Bu öylesine kendince başarılı olmuş bir projedir ki, şu an insanlar çocuklarına bu isimleri koyarken bile dalga geçilir endişesi ile tereddüt eder hale gelmişlerdir. Birçok İslamî referanslı isim de Yeşilçam filmlerinde kötü adamların ismi olmuştur. Bu isimlerin karşısında ise Kemal, Orhan, Cüneyt, Sezer gibi Yeşilçam alternatifi isimler vardır.

Yeşilçam adı ile anılan Türk Sineması’nın toplumu şekillendirme projesi, yukarıda bahsedilen, birkaç kendince normalleştirme ama hak yolunda anormalleştirme çabasından ibaret değildir tabii ki. Müstehcenliğin zirve yaptığı belli bir dönemle beraber şimdi aralarda halka alıştıra alıştıra yedirilmeye çalışılan cinsel birliktelikleri, zinaları ve sapıklıkları; galiz ve ancak sokakta rastlanacak kaba ve küfürlü konuşmaları; çiftlerin ayrı ayrı yaşadığı bölünmüş aile yapısının normal gösterilmesini; evliliğin gereksiz olduğunu vurgulayan nikâhsız birliktelikleri daha saymadık bile.

Hani klişe bir şekilde denir ya, sorunları saydın çözümünü de söyle diye. Bana göre sorunları belirlemek ve farkında olmak bile bir çözümdür. Farkına varmazsak farkımız kalmayacak.

Ali Kamil Yazıcı