Hayat taklit ile başlar. Ancak daha sonra bireyin çalışması ile kısmi ya da tam olarak tahkike dönüşür.  Ancak İslami düşüncede taklid hoş görülmez. Bilinçli ve bilinç düzeyi yüksek bireyler hüsnü kabul görür. İnsan tecrübesi olan edebiyat, sanat, siyaset ve ekonomi sürekli olarak yenilenmeyi beraberinde getirir. Yöntemler taklit edilse de/edilmede de yeni içerikler ve yeni ürünler verilmektedir. Bunlarla beraber yöntem olarak değişmeyecek diğer bir ifade ile oyuncuları, zaman ve mekânı değişse de mantığı ve felsefesi değişmeyecek sosyo-psikolojik kurallarda vardır. Matematikte rakamlar değişse de değişmeyen dört işlem gibi. İşte bunlardan biri davet, davetçi ve sünnet ilişkisidir.

Davet

Davet: kelime-i şahadeti dil söyleyen, kalbi ile tasdik eden ve kelime-i şahadetin beraberinde getirdiklerini, ete kemiğe büründürerek yaşam tarzı haline getiren kimselerin; İslam’ın esaslarını anlatarak insanların onu benimsemelerini ve dinin koyduğu ilkelere göre yaşamalarını sağlama gayretlerinin tümüdür. Lügatte davet kelimesi; De’ave fiilinden masdar olup çağırmak, nidâ etmek, sevk etmek, dua veya bedduada bulunmak; birisini yemek ve ziyafete çağırmak anlamlarına gelmektedir. Bir isim olarak da kullanılır davet kelimesi. Lügat itibariyle herhangi bir çağrıya işaret eder. İslâmi ıstılahta ise davet tabiri ile yalnızca İslâm’a yapılan çağrı kastedilmektedir.

Davet bir ibadettir. Davet bir sorumluluktur. Davet eyleminin birileri tarafından yapılması diğerinden sorumluluğu düşürmez. Bir başka ifade ile davet; iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma eylemidir. Başta bütün nebiler olmak üzere, Allah’a ve ahiret gününe iman eden kadın ve erkekler bu davranış biçimini üstlenmekle sorumlu tutulmuşlardır. Bu eylem toplumun hiçbir kesimine ya da sınıfına ihale edilemez. Çünkü ihaleci veya ısmarlamacı anlayış beraberinde “din adamı” ruhban/Haham/Şaman sınıfını getirecektir.

Hâlbuki kötülüklere karşı uyanık ve zinde olmak; İslam’ın en önemli inanç öğelerindendir.

Davetçi

İslami düşüncede iman erlerinin üstlendiği rolün adıdır; davetçi. Bir sıfat bir isimdir; davetçi. Bir İslami ıstılahtır yani kavramdır; davetçi. Başka dinlerin ve ideolojilerin mensuplarının üstlenemeyeceği veya alamayacağı bir tanımdır. Bu anlamda “has”tır. Yani müminlere aittir. Propagandist ve misyoner tanımları davetçi kavramını karşılamaz.  Çünkü davetçi hal ehlidir. Konuştuğu ve söylediklerini bizzat inanarak yaşayan ve eyleminin karşılığını yalnızca Allah’tan (cc) bekleyen kimsedir. Söz ve davranışlarında yalan, hile ve aldatma bulunmaz. Davetçi şunun farkındadır “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).” (Saff /2-3) ilahi uyarısı ve “Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Bakara /44) tehdidi ile sürekli yüzleşmektedir.

Bu yönüyle davetçi; ideolojik şarlatanlar, slogancı gevezeler, faydacı propagandacılar ve sömürgeci öncüleri olan misyonerlerden ayrılırlar.

Davetin Felsefesi

Davetin konusu; İslâm’ın müdahil olduğu bütün alanları içerir. Bu alanın çerçevesi ruhlar âlemi dâhil dünyevi ve uhrevi olarak çizilebilir. Ancak davet yeryüzü gerçeğidir. Sonuçları itibariyle uhrevidir. Davetin tecrübe süreci ise Âdem (a) ile başlayan ve son nebi (sav) ile son bulan nebiler zinciri ve eylem alanları olduğu gibi Muhammed (sav) ümmetinin seçkinlerinin ortaya koyduğu davranış biçiminden oluşmaktadır. Bununla birlikte İslami davetin ortaya çıkmasına, oluşumuna ve tarihi gelişimine tesir eden farklı kaynaklar söz konusudur.

Bu kaynakların ilkini şüphesiz ki; suhuf ve kitaplar oluşturmaktadır. İkincisi ise nebilerin sünnetidir. Suhuf ve kitaplar ile peygamberlerin sünneti bir davet projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü olarak “Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (Nisa / 115)

Kitap ve sünneti takip eden üçüncü kaynağı ilahi dil “müminlerin yolu” olarak belirliyor. Yol olan müminler; sahabeler, âlimler, fakihler, mücahitler, şehitler, evliyalar, Salihler diğer bir ifade ile “Allahın nimetlendirdiği” kimseler olarak tanımlanmaktadır.

Ancak bunlarla birlikte davetin asıl felsefesini oluşturan ve değişiklik göstermeyen kaynak şüphesiz ki “sünnetullahtır”. “(Bu,) Allah’ın öteden beri sürüp giden sünnetidir. Sen Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın.(Fetih / 23)

Öyleyse davetçi şunun farkında olmalıdır ki davet projesi; Allahın sünneti, suhuf ve kitaplar, enbiya sünneti ve yol müminler tarafından şekillendirilmiştir. Davetçiye düşen şey bu projeyi anın vacibi gereği (şartlar çerçevesinde) uygulamaktır.

Davetçinin Sünnete Yaklaşımı

Davetin safhaları vardır. Her bir safha farklı müsbet ya da menfi olaylarla örülüdür. Hiçbir davetin bütün aşamalarının gül bahçelerinde geçtiğini kaydeden tarihi bir bilgi yoktur. Bu anlamda davetçi; psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve siyasal bir takım yaptırımlarla karşılaşması kaçınılmazdır. Kutsal kitaplar ve tarih bu tür olayları okuyucusuna haber vermektedir. Açlık, yokluk, işkence ve ölüm davetçiye hiçte uzak değildir.

İşte en olumsuz durumlarda bile davetçiden beklenen şey; sarsılmadan erdemli duruşunu sürdürmesidir. Adaletten ayrılmamasıdır. Olayların üstesinden gelmesidir. Bunu başarmak kolay değildir. Hele bir davet projesi olarak sünnetten beslenmeyen insanların bunu başarması mümkün değildir. Çünkü son nebinin davet metodu vahiy kaynaklı ve insan odaklıdır. Yani “insana şah damarından daha yakın olan” ilahi bir yöntemdir.

Sünnetullahı, kitabı ve sünneti dikkate almayan ve bunların tecrübî boyutunu yok sayan bir yaklaşım şüphesiz ki başarısızlığa mahkûm olacaktır. Çünkü bizzat ayetler davetçiye zorunlu olarak bir adres göstermektedir;  “Allah’a ve kıyamet gününe kavuşacağını uman sizler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb / 21)

Davette Taif Tecrübesi

Son nebi Hz. Muhammed Mustafa (sav) efendimizin davet hayatında Taif tecrübesinin çok önemli ve ayrı bir yeri vardır. Hz. Hatice’nin ve Ebu Talip’in vefat yılı tarihe hüzün yılı olarak not edilmişti. Peygamber (sav) tevhidi yürüyüşünde teselli kaynaklarını kaybetmişti. Tevhid ve şirk çatışması bütün hızıyla sürüyordu. Bütün olumsuzluklar tarafından çepe çevre kuşatılmıştı. Mekke artık dar geliyordu. Bir çıkış yolu arayan nebi (sav) Taife yönelmişti. Ama onu Taif’te davetin en acımasız ve en tahrik edici boyutu bekliyordu. “alay, aşağılama, hakaret, öteleme, ötekileştirme, kabalık, çirkin reddediş, kovma” bütün sözel saldırılardan sonra fiziki şiddet “aralarından birtakım hafif akıllıların, beyinsiz ve kölelerin kışkırtılması, şiddetli bir taş yağmuruna tutulması, ayaklarının yürüyemeyecek kadar, düşecek kadar kanlar içinde kalması” kısacası şiddetin her türlüsü Taif’te mevcuttu.

Bu yapılanların karşısında ne yapar nasıl davranır sıradan insan? İlahi terbiye almamış bir kimsenin yapacağı şey belliydi; intikam. İntikam fırsatı da doğmuştu “Kamu’s-Seâlib’de denilen yerde; Cebrail bana seslendi: ‘Şüphe yok ki, Allah, kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri red cevaplarını işitti de, onlar hakkında dilediğini kendisine emredesin diye sana Dağlar Meleğini gönderdi! dedi. Dağlar Meleği bana seslendi ve selam verdi. Sonra da: ‘Yâ Muhammed! Şüphe yok ki, Allah, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben Dağlar Meleğiyim! Rabbin, dilediğini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Şimdi, ne dilersen, dile! Eğer onların üzerlerine iki dağı kapamamı dilersen dile! (Hemen kapayıvereyim!) dedi.

Ben:

‘Hayır! Ben onların helak olmalarını istemem. Bilakis, Allah’ın, onların sulblerinden, yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi şerik koşmaya­cak kimseler çıkarmasını dilerim dedim.”

İşte sünnetin felsefesi; imha değil ihya, erdemli bir duruş, rahim ve rauf bir davranış. Bu nedenle Taif tecrübesinin ve bu tecrübede nebevi duruşun ümmet için çok önemli bir yeri olmalıdır.

Sonuç Olarak

Her bireyin kendisine has kişilik yapısı vardır. İç dünyası ve davranış eğilimleri farklıdır. İyi ve kötülüklerden oluşan, gelişim ve değişimlere, olgunlaşma ve gerilemeye açık, karmaşık bir yapıya sahiptir. Nefsin tabiatında yer alan kibir, gurur, bencillik, kendi kendini yeterli görme ile sayısız insani arzular, acelecilik, cinsellik, mal ve servet tutkusu, itibar, güç ve iktidar arzusu; toplumsal dışlanma ve horlanma korkusu ve toplumda yerleşik anlayış ve gelenekler (atalar kültü) ve hâkim grupların baskıları; bütün bunlar daveti / davetçiyi etkiyen unsurlardır.

Bu gerçekler ışığında davet rolünü üstlenen kadın ve erkekler davet faaliyetini başarılı bir şekilde yürütebilmeleri ve “elçiye muhalefet etmeden ve müminlerin yolundan ayrılmadan” sürdürebilmeleri için nebevi sünnete sımsıkı sarılmaları bir zorunluluktur.

Çünkü son nebi/rasul (sav) mutlak olarak “üsve-i hasenedir.”

FURKAN YILMAZ