Fazıl Taş

İnsanın bir iç dünyası birde dış dünyası vardır. Ya­ni fikri ve iradi. Eylemin se­batlı olabilmesi, başarıya ulaşabilmesi için zihindeki dünyadan destek görmesi lazım. Bu yüzden fikri plan­dı oluşan değişikliğin eyle­me yansıması şarttır.

İnsanların iç dünyasıy­la toplumun yapısı arasında bir birini izleyen ve neden­leri bir birine bağlı ilişkiler yasası mevcuttur. Allah bu ilahi yasayı şu ayetle beyan buyuruyor; “Bir kavim kendini değiştirmediği müddetçe Allah (cc) onları değiştirmez.” (Ra’d-11) Bu ayet gerçek­lere ışık tutarak çok açık ve net bir biçimde meseleyi çözmektedir. Yani insanın iç dünyası; üst ya­pının, tarihi ha­reketin kuralı ve temelidir. Ayet; onların durumlarını, konumlarını, işlerini, milletin üst yapısını, dış görünüşünü de­ğiştirmez. Bu deği­şim toplumun ken­disini değiştirmediği müddetçe kesinlikle meydana gelmez. Öyleyse asıl önemli olan köklü değişim, milletin kendi kendini değiştirmesidir. O zaman millet, sınıf, tarih ve toplum tamamen değişecektir.
Ayette söz edilen ikinci bir değişik­lik; “…nefislerindekinin değişme­si…”nden maksa­dın bir toplumun tümüyle kendi nefislerini değiş­tirmesidir. Öyle ki toplumun iç dün­yası bir ümmet olarak her an meyvesini veren kutsal bir ağaç misali tamamen değişmiş olacaktır. Yoksa bir tek bireyin iki veya üç ferdin kendilerini değiştirmesi milletin kendisini değiştirmesi anlamına gel­mez.
Kur’an ve İslam şuna inanmaktadır; İki ameliyenin yan yana, birbirine paralel olarak yürümesi gerekmek­tedir. İnsanın kendi iç dün­yasını oluşturması, insanın kendi kendini, düşüncesini, iradesini, isteklerini kendisi­nin tayin etmesi. İşte bu iç yapının dış yapı ile yan ya­na, omuz omuza seyretme­si zorunludur. İç yapının, üst yapının kurumlarıyla beraber hareket etmesi icap eder. Dış dünyanın iç dünyadan ayrılmasını düşünmek dahi mümkün değildir. (Benim kalbim temiz(!) Acaba?)

İslam iç dünyadaki deği­şikliğe büyük cihad, dış dün­yadaki değişikliğe küçük ci­had adını vermiş bu iki ciha­dı bir birinden ayırmak her ikisinin de muhtevasının kay­bolmasına sebep olacaktır. Haliyle tarih sahnesinde ya­şayan toplumlar aklıyla bir­likte yaşama­yıp, mecnun misali rolünü oynayıp gide­cektir. Top­lumsal deği­şimde hiç bir zaman gerçek­leşmeyecektir.
Allah(cc)’a şirk koşmamak için bir mağa­raya sığınanlar, diğerlerinin de diri diri yanmaya razı olması (Tevhi­din) iman edenlerin ruh­larında ve ha­yatlarında meydana getirdiği değişimi göstermesi bakımından ol­dukça anlamlıdır.

Tevhid salt zihinlerde kalan bir ka­bul ediş değil, kabul edenle­rin hayatlarını tümüyle de­ğiştiren ve yeni bir kalıba sokan bir hayat nizamıdır. Yaşayışıyla tevhide inandığını göstermeyen, müşrik bir kavim içinde açıkça belli olmayan, müş­riklerle arasında herhangi fark görülmeyen insan ne kadar Tevhid’e inandığını söylerse söylesin bu olayla­rın yalanladığı kuru bir iddia­dan öteye geçmez. Eyleme dönüşmeyen ve tarihe etki­si olmayan inanışların hiç bir değeri yoktur. Ortaya bir netice koyan inanışlar değil, eylemlerdir; yalnız eylemler­de niyetlere göre değerlen­dirilir. Yani her eylem öğülmeye layık değildir. Tevhi­din gözünde değerli olan eylem; Tevhidi temel kaide olarak kabul edenidir. Fakat eyleme yansımayan hiç bir inanışın değeri yoktur. (İm­kanlar dahilinde imkansızlık­lar hariç)
Öyleyse bu her iki amelin yan yana beraber seyretmesi zorunludur. Biri diğerinden ayrıldığında, hem realitesini hem de kapasite­sini yitirecektir. Tevhid inancının koyu karanlığı delen parıltılar gibi ol­duğunu, biri Allah (cc)’ın rah­metini umarak mağaraya giz­lenmek, diğeri ise diri diri yan­maya razı ol­makla göster­mişlerdir. Bu in­sanlar ne bir peygamber ne­de bir melek, yalnızca beyin­lerindeki oluşan değişimin dış dünyalarına yansıması neti­cesidir.