“Kutsalların ayaklar altına alındığı bir zaman diliminde varlığını sürdürüyor insanlık. Egemen müşrik güçler değil insanların tüm canlıların kutsalına müdahale ediyor. Akıl, din, can, mal ve nesil emniyeti insanın sahip olduğu en yüce haklardandır. Bunların sağlanması oranında inasan özgür ve arzu edilen yaşam standartalarına kavuşacaktır. İşte alınterinin karşılık bulması ve iş güvenliği  bu noktada önem arzetmektir.”

 

Önceleri Taş Devri, Tunç Devri, İlk Çağ, Orta Çağ… Diyerek bir tarih kültürü oluşturdular. Sonraları Feodal Toplum, Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu… Modernizm ve Postmodernizm. Şimdilerde ise bilgi çağı… Tarihi, şimdiyi ve geleceği yönlendirme ve ipotek koyma olmalı bunun adı.

Adlandırma, tanımlama ve tasnifleme hep onlar yani Müslüman olmayanlar. Neden Çünkü siyasal, askeri ve ekonomik güç onlarda. Yaşam tarzını da güçlüler belirliyor. Marks da öyle der.  Müslümanların yaşadığı coğrafyalar batılı diliyle hangi dönemi yaşıyor Feodal, Tarım, Sanayi Toplumu mu Modernizm, Postmodernizm ya da Bilgi Çağı mı Sanırım hiç biri.

Yeryüzünde görünen veya görünmeyen fabrika bacalarının yükselmesiyle birlikte, toplumsal yaşamın daha da öne çıktığı bir gerçek. Kitlesel ilişkinin ve temasın ortaya çıkmasıyla birlikte hak kavramı bireyin, toplumun ve devletin gündeminde önceleri olmadığı kadar  yerini almıştır. Pamuk, çeltik, kamış vd. tarlalara mahkûm edilen insanlar sonraları fabrika alanlarına güneşi görmemek üzere tıkılmışlardır.

Sanayi toplumu alın teri ve adalet kavramını ciddi anlamda yeniden insanlık gündemine taşımıştır. Müslümanların yaşadığı alanlarda da alın teri ve adalet hak ettiği yeri bulmak için beklemeyi sürdürmektedir. Adaletin olmadığı yerde din de olmaz. Çünkü dinin altyapısını adalet oluşturur.

Emeğiyle çalışan kimsenin, ücret veya maaş miktarının işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yeme, içme, giyim, eğitim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olması gerekir. Her Cuma namazında hutbede okunan ayetle şöyle seslenilir: “Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve yakın akrabalara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder” (Nahl, 16/90). Bu okunan ayetin hutbenin vazgeçilmez okunanı olması dikkate değer ve üzerinde düşünülmeyi beraberinde getirmektedir. İşte sanayi toplumunda/bilgi çağında; yalnızca satırlarda değil sadırlarda ve yasalarda bulunması gereken, değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan “Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz” (A’râf,7/85) ayeti mihenk taşı olarak diğer ayetle yan yana yer almalıdır.

Asgari Ücretin İslamcası

Hz. Peygamber bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin; bekârsa evlensin; hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim, bunlardan fazlasını isterse o, ya emanete hıyanet eder veya hırsızlığa düşebilir” (Ebû Dâvud/Ahmed b. Hanbel, Müsned). Sanayi toplumunda çalışanların, ücret ve maaşların, işçi yahut memur kesimine sağlaması gereken yaşam seviyesine işaret edilir burada; yani asgari ücrete. Buna göre, işçi ücretinden; memur maaşından ve diğer çalışanlar yapacakları tasarruflarla uygun süre içinde ev edinebilmeli; bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca, eğitim, sağlık ve seyahat ihtiyacını rahat bir şekilde karşılayabileceği ekonomik bir ortamın oluşması da hadisi-şerifin hedefleri arasında sayılmalıdır.

Ömer b. Abdülazîz çalışanlarla ilgili şöyle söylediği rivayet edilir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı kullanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir” işte İslam’ın lafebeliğinden uzak her zaman dilimi/toplumunda adalet ekseninde alın teri için esasları.

Alttakiler

İşçi sağlığı ve iş güvenliğini gündemden düşmüyor. Bu gündem ne kadar devem eder herkesçe malum. Aslında “işçi sağlığı ve iş güvenliği” tanımlamasın da bir ötekileştirme var; “İşçi” yani alttakiler! Bunun yerine “çalışan sağlığı ve iş güvenliği” olabilir. Ama öyle değil egemenler; işçi, memur, teknisyen, mühendis, sözleşmeli, sözleşmesiz, daha nice kategorize edici tanımlamalar üreterek toplumu istedikleri gibi yönetetecekler.

Antik Yunan/Atina felsefesi insanları işlerine/sosyal statülerine veya yaşadıkları coğrafyaya göre tanımlar; soylu, şehirli ve barbarlar… Yani sömürgeci bir bakış. Son 300 yıldır batı felsefesi kodları ile hayatı değerlendiren Türkiye aynı bakış açısını sürdürmektedir. Meslekler kutsallaştırılmıştır. Mesleklerin toplumsal katkıları farklıdır. Ancak meslekler kutsal değil, kutsal olan alın teridir. Bu böyle bilinmeli ve kabul edilmelidir: Alın teri kutsaldır.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin açıkladığı verilere göre, “2016 yılının ilk üç ayında en az 415 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporuna göre, 2015 yılının tamamında bin 730 işçi hayatını kaybetti. 2015’te hayatını kaybeden kadın işçi 120, çocuk işçi sayısı ise 63 oldu.” “İş kazaları” olarak adlandırılan bu üzücü olaylar aslında kaza değil; yöneten ve yönetilenler dâhil olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin içinde bulunduğu bir sorumluluk olarak görülmelidir. Kazanın tarifi şöyle yapılır; önce yeterli yasal düzenlemeler ve caydırıcı cezai yaptırımların varlığı, işi yapanlara yönelik bilgi ve bilinç inşası; teknik alt yapı hazırlığı ve diğer tedbirlerin alınması; tüm bunlara rağmen maddi ve manevi hasar, kayıp meydana gelirse kaza olarak değerlendirilir. İş sağlığı ve iş güvenliği olan yerlerde kaza olur mu? Yeterli tedbirlerin alınmadığı iş alanlarında meydana gelen olaylar “kaza” değil bir “kasıt” olarak değerlendirilmelidir.

“İş kazalarının” tarafları; devlet, ilgili bakanlıklar, kamu kuruluşları, medya, özel sektör, işverenler, iş yöneticileri (müdür, şef, ustabaşı) sendikalar ve çalışanlardır. Ayrıca Diyanet işleri Başkanlığı gibi toplumsal karşılığı güçlü olan kurumlarla beraber STK’lardır. Diyanet İşleri Başkanlığının vaaz, irşat ve hutbe programlarında “İşçi sağlığı ve İş Güvenliği” yer almakta mıdır? Bu çerçevede az ya da çok sorumluluklarını yerine getirmeyen her unsur “kazanın” tarafı olmaktan kendini kurtaramayacaktır.

Tüm bu sayılanların göreceli olarak sorumlulukları farklıdır. Ancak unutulmamalıdır ki; devlet öncelikli olarak sorumludur (bu alandaki görevlileri çalıştırmalı ve herhangi bir sebeple ihmali olanları ağır cezalarla cezalandırmalıdır). Ve sendikalar bir tabela kurumu servet, şöhret ve sıçrama taşı olmaktan çıkarılmalı, ideolojik bir platform olmaktan kurtarılmalı ve asli görevine döndürülmelidir.

“Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mantığı asla kabul edilmemelidir. Ne yapalım kader mantığı zihinden bile geçmemelidir. Hiç kimsenin bir çocuğu babasız ve yetim bırakmaya, annesiz ve öksüz bırakmaya ve yine hiç kimsenin bir kadını dul bırakmaya hakkı yoktur. Milyonda bir de olsa yoktur.

Çünkü “bir insanı öldüren âlemi öldürmüş” gibidir.

 

Yılmaz ALTUNÖZ