“Usulsüzlük Vusulsüzlüktür” hayatın her alanında ve her türlü değerlendirmede; sağlıklı bir sonuca ulaşmak için usul şarttır. Ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda başarıyı yakalamada; usul anahtardır.

İletişim ve bilginin küreselliği, sınır tanımazlığı bir nimet olsa da kirliliği külfettir. Bu anlamda bilginin kullanımı ve adalet dağıtması çok önem arz etmektedir. Çünkü bilgi güçtür.

Müslümanların yaşadığı coğrafyada bilginin –ki mutlak bilgi tartışılamayacak değerler bütünü Kur’an ve Sünnettir- yönetilmesi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. İslam’ın asli kaynağı Kur’an ve Sünnetle birlikte yardımcı kaynaklar İcma ve Kıyasın olayların değerlendirilmesinde esas alınmaması beraberinde onmaz sorunları da getirmektedir.

Mezhebi çekişmeler, toprak kavgaları ve kavmiyetçi savaşlar hep “usulsüzlüğün” sonucudur. İşte bu aşamada son bir yıl içersinde kendimizi içerisinde bulduğumuz Suriye meselesi bunlardan biridir.

Son iki yüzyıldır yaşadığımız coğrafyanın batı medeniyetinin tesir ve etki alanında olduğu bir gerçektir. Soğuk savaş dönemi paylaşımında ülkemizin Batının hesabına yazıldığı herkesin malumudur. Sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki ve ahlaki değerlerin vaz geçilmez kaynağı batı merkezlidir. Dillendirilen “küçük Amerika” hayalleri bunun bir ifadesi değil miydi?

Usulün terk edilmesi ve resmi ideoloji ve egemen güçler bağlamında olaylara bakış; İslami olmayan düşüncelerin yeşermesine kaynaklık etmektedir.  Öyle ki, tarihte kalmasını ümit ettiğimiz Sünni ve Şii ihtilafı Suriye üzerinden “Müminler Kardeştir” ilahi mesajını yıkıcı bir şekilde yeniden ümmetin gündemine getirilmektedir.

Suriye halkına değil yönetimine Müslüman’ca bakış 1982 yılında hama katliamı ile şekillenmişti. Esed’ler yönetimi katildi. Ancak önceki yıllar Türkiye ile Suriye arasında yaklaşımlar, Türkiye’den aktivistlerin “Doğu Konferansı” gibi etkinliklerle Suriye’ye sahip çıkmaları ve iki ülkenin bakanlar kurulunun birlikte sınırda toplanmaları neler oluyor dedirtmişti. Fakat gelinen noktada yeniden kılıçlar çekildi.

İşte bu noktada bir sorun ortaya çık(t)ı/yor: Kılıçlar, halk/mezhebi anlamda birbirlerine mi çekmeli yoksa adil olmayan zalim yönetime karşı mı çekilmeli? Şu yanlış asla yapılmamalı; zalim yöneticilerin yaptıkları ne bir halka ne de bir din ya da mezhebe fatura edilmemelidir. Ancak Türkiye’de yeni bir Müşrik merkezli senaryo ortaya konmak isteniyor. Mezhepler arası çatışma. Şii-Sünni çatışması. Suriye ile İran’ın mezhebi yakınlığından dolayı İran düşmanlığı.

Bu kimin projesi. Başta ABD ve İsrail olmak üzere insanlık düşmanlarının projesidir. Hani Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ve Fukayama’nın “Tarihin Sonu” isimli çalışma ve projeleri bunu anlatır. Huntington “medeniyetler çatışmasını” kendi arasında alt gruplara ayırır ve medeniyet içi çatışmalara işaret eder. Yani İslam medeniyeti örneğinde “Sünni, Şii, vehhabi, selefi gibi” mezhep çatışmalarının organize edilmesi.

Ehli Sünnet ve Şii mezhepleri bir gerçekliktir. Sünni dünyada Şiilik bidat ehli kabul edilmektedir. Ancak inanç anlamında Ehli Sünnet şiayı tekfir etmemiştir. Ve genel kabul gören anlayış içerisinde “kıble ehli tekfir edilmez” çerçevesinde, Muhammed (sav) ümmetinin bir mensubu olarak değerlendirilmiştir. Bu fotoğraf içerisinde Türkiyeli Müslümanların, Suriye yönetiminin katliamlarını ve onlara İran yönetiminin desteğini ileri sürerek işi bir mezhep düşmanlığına ve Sünni-Şii çatışmasına dönüştürmesi meşru değildir. Bu algı İslami bir algı değildir. Çünkü “Ancak müminler kardeştir” ilahi mesajına aykırılık taşımaktadır.

Tarihe bir yolculuk yapalım. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar; bırakalım Caferilik, İsnaaşera ve İmamiye mezhep mensuplarını; Dürzî ve Nusayri mensuplarından da cizye almamıştır. Bu gerçeği, kendilerini Şii düşmanlığı üzerinden ifade edenlere hatırlatıyorum.

Evet, Suriye ümmetin bir sorunudur. Ancak bu sorunu Müslümanlar kendi aralarında konuşarak çözmelidirler. Birbirlerini ötekileştirerek değil. Çünkü “ittifak Hüdadadır, heva ve heveste değil.”

Furkan YILMAZ