Bütün insanlar söz vermişti. Yahudiler de söz vermişti. Hıristiyanlar da söz vermişti. Hindular da söz vermişti. Ve Müslümanlar da söz verdi. Yani iki ayak üzerinde yürüyen bütün varlıklar söz vermişti Allah’a (cc). Ruhlar âleminde “Âdemi kendi elleriyle yaratan Allah” insan unsurunu muhatap alarak şöyle dedi: “Elestü bi rabbikum” (ben sizin rabbiniz değil miyim) yani sizi yeryüzüne gönderdiğimde, peygamberlerin getirdiği kitap ve hikmet çerçevesinde hayatınızı yaşayacaksınız değil mi? Ve bütün insanlar, özellikle mümin erkek ve kadınlar söz verdiler. Ve bu coğrafyada yaşayan insanlarda söz verdi. Belki isimlerimiz, dilimiz ve rengimiz farklıydı ama sözümüz aynıydı: “Bela” demiştik Allah’a (cc).
· Hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmayacaktık,
· Nefsimize ağır gelse de, zorumuza gitse de her şart altında peygamberlere itaat edecektik,
· İmanımızı korumak adına gerektiğinde başımızı vermekten kaçınmayacaktık,
· Gecenin karanlığında ve gündüzün aydınlığında infak edecektik,
· Dosdoğru namaz kılacaktık ve namaz bizim Allah (cc) için “esas duruşumuz” olacaktı,
· Gençliğimizde ve yaşlılığımızda da tesettürlü olacaktık,
· Egemen güçlerin hoşuna gitmese de cihadı gündemimize alacak ve cihad edecektik,
· İlahi kitaplar eşliğinde; tarih, sosyoloji, davranış bilimleri ve siyaset okuyacaktık,
· Adaletin, iyiliğin ve yardımlaşmanın egemen olması için yaşayacaktık.
Ve bir gün farklı zaman dilimlerinde de olsa, yeryüzüne doğduk hepimiz. Geliştik, serpildik ve büyüdük. Malımız, mülkümüz ve evlatlarımız oldu. Unutuldu verilen sözler. Allah (cc) rahmet etti peygamberler gönderdi hatırlatmak için. Kitaplar da gönderildi bunun için. Yerine getirmedi ve unuttu bu coğrafyanın Müslümanları verdikleri sözleri.
Ancak; Hz. Bilal’in formatından uzak ezanlar okundu. Allah için esas duruşu olmayan namazlar kılındı. Cazibe merkezi haline gelen, çirkin bakışları ve istekleri davet eden tesettüre bürünüldü. Milli ibadet haline getirilen oruç; peri masallarındaki saray sofralarını andırırcasına iftar davetleri eşliğinde tutuldu. Kalbi ve hayatı inşa sürecinden uzaklarda Umre; seküler yaşamın sanki yeni tarzı oldu. Cihad; makalelerin, sohbetlerin ve konferansların konusu olmaktan çıkarıldı. Tağutun tanımı bilinmez oldu. Kısacası din; otopsiye tabi tutuldu müşriklerin hoşnut olduğu bir formata sokuldu.
Müminleri; sosyalist, liberal ve kapitalist ekonomik anlayışından, münafık ve kâfirlerin yaşam tarzından ayıran; Kur’an-ı Kerimde türevleriyle birlikte 73 yerde geçen ve namazla birlikte anılan İNFAK, söz verildiği halde unutulanların başında yerini aldı. Namaz kılan ama zekât vermeyen, namaz kılan ama sadaka vermeyen, namaz kılan ama infakta bulunmayan, namaz kılan ancak komşusu aç iken tok yatan insanların sayısı çoğaldı. Yani namaz ile zekâtın (infak) arasını ayıranlar vardı. Ancak Hz. Ebubekirler yoktu.
Hz. Ömer’e infakın dindeki yerini anlatan Hz. Ebubekir’in mantığına ve idrakine ihtiyacı var günümüz müminlerinin. Makasidüş-şeria çerçevesinde meseleleri değerlendirmek ve şabloncu zihin yapısından uzaklaşarak, anın vacibi boyutunda; infak yeniden gündemdeki yerini almalıdır. Muaz bin Cebel ile Sa”lebe, Hz. Peygamber”e “kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım?” diye sorduklarında, şu âyet inmişti: “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin.” (Bakara/219) Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu âyete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı. (S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. 11/ 371) Ayrıca Kur’an”Onların mallarında isteyenin ve (iffetinden dolayı dilenemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır.”(Zâriyât/19) hükmünü beyan ederek; mala ve mülke sahip olmanın akidevi boyutunu ortaya koymuştur.
Çünkü “Mülk Allah’ındı. Dilediğine verirdi ve dilediğinden alırdı.” İnfak imanın turnusol kâğıdıdır. Müminle münafığı ayıran en önemli özelliklerden biridir. Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak anlamlarından yola çıkarak; münafıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, ölü bir kalbe sahip oluşunu ifade için bu kelime seçilmiştir. İnfakın olduğu yerde münafık, münafığın bulunduğu yerde infak olmaz.
Asrı saadet bu tabloyu güzel bir şekilde tarihe ve geleceğe tanık olarak insanlığa sunar. İnfak amelinin eda edilmesi için ilk rükûn, imandır. “Kıyamet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azabın şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teala şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin.” (Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218)
Verilen sözü yerine getirmek ya da sözünde durmak islami bir davranış tarzıdır. Mü”min, kendisini yaratanın Allah olduğunun, malını verenin de Allah olduğunun bilincindedir. Bu çerçevede “onlara verdiğimiz rızıktan infak ederler” âyetini bir kez daha solumalı ve içselleştirmelidir. Marksist felsefenin öncü tarihi versiyonlarından olan Velid b. Muğire mal (sermaye) eksenli bir dünya ön görmüştür. Ama Hz. Ebuzer Giffari ise vahiy eksenli bir dünya inşa etmiştir. Hz. Ebuzer’in anlayışında mülk Allah’ındır ve insanlar arasında dolaşan bir emanettir.
İnfak; İslam medeniyeti mensuplarını, diğer semavi veya felsefi dinlerden ayıran en önemli akidevi ve yaşamsal bir farktır. Bu anlamda; Mümin malı putlaştırmaz ve eşyanın hakikatının bilincindedir. Ki o, düğün evinde yemek dağıtan kimse gibidir. “Düğün evinde yemek kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi, kimsenin başına kakamadığı gibi, “ben malımdan dağıtıyorum” diyerek övünememesi” işte infakın felsefesi.