Kendimi seyrediyordum herkesten uzak bir yerde…

Hastaydım, eşim dostum beni ziyarete gelip gidiyor­lar, uzak yerde olup gelemeyenler telefonla, telgrafla beni soruyorlar ve ekliyorlardı:

–  Mehmet Bey üzülme turp gibisin maşallah. Bir an önce kalkar aramıza katılırsın. Eski şen şakrak, keder­siz neşe dolu akşamlara, kır gezilerine, TV programla­rına, aile sohbetlerine birlikte iştirak ederiz… Karşılık veriyordum:

–  Tabii tabii, ben de öyle hissediyorum neşeli eğlence­li günlere hep beraber.

Geçim derdim yoktu ve gelirim iyiydi. Eve, arabaya, arsalara sahiptim. Zevkim için, desinler için para har­camadan çekinmezdim. Ailem başta olmak üzere (eşim, çocuklarım) akrabalarım, arkadaş ve dostlarım beni çok severlerdi. Ölümü hiç mi hiç düşünmüyordum, ben düşünmediğim gibi eşim dostum da öyle idi. Hep uzun ömürden, eğlenceli günlerden bahsediliyordu. Sanki ya­şamak bizim elimizdeymiş gibi…

Ama bir cuma sabahı saat dördü gösterirken daha önce hiç görmediğim bir varlık geldi odama… Önce bir dost, ziyaretime gelen biri zannettim… Sonra düşündüm,

olamaz, zira bu saatlerde herkes uyurdu… Kim di­ye merak ederken beni tarif edilmez bir korku sardı. Yoksa… Yoksa O mu? O! Ölüm meleği mi? Aman Allah”ım ben gencim, daha yaşım ne ki…  Kırklarında… Çok yaşamak istiyorum… Doksan-yüz yaşlarına kadar… Ama gencim diye şu ana kadar ibadet etmedim!?

Yaklaştı bana, kendisini tanıttı… “Eceli müsemma” diye tanımladığı günün geldiğini, ömrünün sona erdi­ğini ve Allah”ın (cc) emriyle canımı alacağını söyledi. Yalvardım O”na:

–  Ne olursun alma canımı. Gencim, güçlüyüm, alma canımı… Şimdiye kadar Allah”a ibadet etmedim, na­maz kılmadım… Sonra, ihtiyarlayınca kılacaktım, de­dim.

Bana;

–  Uzun bir ömür için veya yarın için garantiyi kim­den aldın? dedi…

Cevap veremedim ne yapacağımı şaşırmıştım… Ke­keledim:

–  Öyleyse sabaha kadar bekle vasiyetimi yazayım, hanımıma çocuklarıma veda edeyim onları son bir kez seveyim…

–  Hayır olmaz… Olmaz söylediğin şey, yapacakların için kırk yıllık hayatını kullanmalıydın!…

–  Peki abdest alayım bari…

–  Hayır! Bir saniyen var…

–  Aman Allah”ım! Malım mülküm, servetim, çocukla­rım bana faydalı… Ihhh…

Saat altıya doğru eşim odama geldi bana baktı, uyuduğumu zannederek rahatsız etmeme duygusuyla ses­sizce odadan tekrar ayrıldı. Çocuklarım da henüz kalk­mamışlardı.

Tülay lise ikinci sınıfa devam ediyordu. Onu doktor yapacaktım, Mesut ise orta okul ikinci sınıftaydı. Onun da hukukçu olmasını istiyordum. Her ikisini de kursla­ra dershanelere gönderiyor, okumaları için mümkün olan her şeyi yapıyordum. Saat yediyi gösterirken Tülay ve Mesut kalktılar. O arada radyodan “Hey onbeşli onbeşli Tokat yolları taşlı” türküsü çalıyordu. Anneleri kahvaltıyı hazırlamıştı. Çocuklar mutfağa gelip masaya oturdular, benim sandalyem boştu, Tülay:

– Anne, babam kalkmadı mı? Eşim:

– Biraz önce baktım mışıl mışıl uyuyordu. Rahatsız etmedim, şimdi kaldırırım, dedi.

Eşim odama geldi bana baktı, iyice yaklaştı ve ses­lendi:

– Mehmet, Mehmet…

Benden ses yoktu… Elini vücuduma değdirdi buz gi­biydim… Rengi sarardı mırıldanmaya başladı:

–  Yoksa, yoksa öldü mü… Allah”ım…

Ve müthiş bir çığlık attı;

–  Hayır… Hayır… Hayııııırr…” Kaskatı kesilip yere düştü.

Çocuklar bu ani sesle irkilip odama koştular. İkimiz de yatıyorduk… Ben yatağımda nefes alıp vermeden, eşim ise nefes alıp vererek. Tülay annesine koştu:

-Anne, anne, ne oldu sana? Kalk,kalk… diyerek sallıyor, bir yandan da Mesut”a:

– Su getir.

diye emirler yağdırıyordu. Eşim gözlerini araladı:

– Mehmet… Mehmet… Babanız!..

Çocuklar donakalmıştı yaşlı gözlerle ürkek ürkek bana baktılar ve geriye adımlarla odayı terk ettiler..

–  Hayret! Beni çok sevdiklerini söyleyen eşim ve uğurlarına her şeyi feda ettiğim yavrularım üzerime kapan­madan, beni yoklamadan salona geçtiler… Eşim her ta­rafa,  yakınlarımıza  telefonla  benim  ölümümü

bildiriyor­du. Çocukların pijamalı olduğunu gören anne:

– Haydi üzerinizi değiştirin, dedi. Tülay ve Mesut;

– Anne elbiselerimiz odada!

– Alın.. Giyinin.

– Sen al anne! Eşim:

– Ben mi! dedi ürkerek.

Eyvah!?… Demek her şey boşmuş!… En sevgililerim odama dahi giremiyorlardı.

Bu arada evim insanlarla dolup taşmaya başladı. Hocaya haber verildi, mezar hazırlıkları, su hazırlıkları devam ediyordu. Bir müddet sonra her şey tamamdı.Teneşir tahtası, sıcak su, sabunlar, havlular, güzel ko­kular ve Hoca!… Hayatım boyunca hocalardan uzak kalmıştım, ama gel gör ki bütün dostlarımın uzak kal­dığı bir günde, bu günümde hocalar benimle ilgileniyor­lardı. Acaba hocalar içlerinden ne diyorlardı bana:

– Ey Mehmet! Sen düşünmeli, akıl etmeliydin,  bu kaçış nereye kadar sürebilirdi?!…

Odama geldiler üzerimdeki değerli çamaşırlarımı normal olarak değil makasla keserek çıkardılar. Halbu­ki ne kadar kıymetli idi bunlar. Demek ki eşya insanla kıymetlendiği gibi insan da ameliyle değer bulurmuş.

Yıkadılar, kefenlediler ve musalla taşına götürdüler. Müezzin cenaze namazına çağırdı, ama namazımı kı­lanlar çok azdı. Oysa ki orası doluydu, ancak cenazeme gelenler arkada bekliyorlardı. Bolca çiçek, çelenk getir­mişlerdi. Halbuki benim çiçeklere çelenklere ihtiyacım yoktu, onları koklayamazdım, kokusunu duyamazdım! Benim duaya ihtiyacım var, bu yalnız düşkün günümde neden beni bırakıyorlar!?…

Eyvah! İşte kabre götürüyorlar… Mezarım çok şata­fatlı… Mermerden , gösterişli ama ne faydası var bana?…Zaten şatafatlı gösterişli nesneler, yaldızlı sözler, insanı aldatmıyor mu?…

Mezara indirdiler… Soğuk toprağı hissettim, üzerin­de gezdiğim belki de hor gördüğüm toprak, demek ki be­ni kucaklayacaktı… Anam olacaktı, gerçekte de öyle de­ğil miydi!… Neden akıl etmedim, düşünmedim, düşün­mem engellendi?!… Güldürüldüm, eğlendirildim… Zevklendirildim… Niçin düşünemedim?… Peki niçin “İs­lamcı” olduğunu söyleyenler benim elimden tutmadı?! Benim kadar onlar da suçlu değil mi. Bildikleri doğru­ları neden bana anlatmadılar?… Bir camiye, Kur”an Kursu’na yardıma gelince para için bana geldiler de hi­dayetim için yardıma gelmediler?!..

Kürek seslerini duyuyorum!… Topraklar, topraklar üzerime atılıyor… Eşim… Çocuklarım… Kardeşlerim ne yapıyorsunuz?… Beni yalnız bırakmayın… Beni burada koymayın!… Beni dünyada yalnız bırakmadınız; eğlen­ce yerlerinde, futbol sahalarında, diğer yerlerde beraber olurduk. Yalnız kalsam “Olmaz Mehmet Bey birlikte olalım” derdiniz. Eşim, beni çok sevdiğini söyleyen kızım Tülay, oğlum Mesut neredesiniz? Niçin beni yalnız bırakıyorsunuz!? Beni bırakmayıııınnn…

Heyhat kimse duymuyor beni… Defin işi tamamlan­dı. Hoca telkine başladı.  Benden bir şeyler söyle­memi istiyordu. Ey Hoca, ey hocalar!!!… Benim gibi öl­müş bir adama telkin,nasihat ne fayda verir?… Dünya­da nerelerdeydiniz? Neden o zamanlar bize nasihat et­mediniz?… Yoksa siz de “kıl beşi kurtar başı” zihniye-tinde olanlardan mıydınız?… Hem nasihati Türkçe yap… Arapça yapma, belki anlarım…

Kabir hayatı…Böcekler, yılanlar yoldaş… Toprak döşek, yorgan ve yastık… Havasızlık dolu bir karanlık. İn­sanın cüzi iradesi yok artık.

İşte iki varlık geliyor mavi/siyah renkte. Daha önce hiç görmemiştim ama tahmin ediyorum, onlar melek­ler… Münker ve Nekir melekleri. Sorgulayacaklar kim­liğimi. Hata yaparsam beni kurtaracak mevki-makam, para-pul yok mu, olmaz mı buralarda acaba?..

Yalan söylesem, mazeret beyan etsem daha başka şeyler… Üzerime bakıyorum, şatafatlı elbiselerimin ye­rini bembeyaz iki metrelik kumaş almış, üstelik cebi de yok… Hayret! Buraya gelen, yani ölenler hep eşit şekil de kabul ediliyorlar kefenli olarak… Meleğin ilk soru­suyla irkiliyor ve kendime geliyorum;

– Men Rabbüke?

Hatırlamıştım bu soruyu… Küçükken babaannem bana öğretmişti, ama ben çocuklarıma bunun yerine ar­tistlerin, futbolcuların isimlerini, hayatlarını öğretmiş­tim. Melek;

– Men Rabbüke? Rabbin kim? Ben:

– Allah, dedim. Melekler ;

– Bu adam kendisini dünyada mı zannediyor, yalan söyleyerek aldatacağını kurtulacağını mı umuyor, diyerek konuşuyorlar. Ben hayretler içerisinde onlara bakı­yorum. Melek sorusunu tekrarlıyor:

– Rabbin kim? Ben korkarak;

– Allah, diyorum. Melek:

– Hayır senin amel defterine göre Rabbin Allah değil! Çünkü sen dünyada tağutların (ilahlık taslayanların) hükmünü kabul etmiş, İslam”ın egemen olması için mücadele etmemişsin… Kıblenin Kabe olduğunu söylemişsin ama yaşantında Washington, parada bankalar kıblen olmuş… Peygamberi çok sevdiğini söylemişsin ama O”na tabî olmamışsın, O”nu ulul’emr, savaş alanında komutan, eğitimde öğretmen, mahkeme-de hakim, sosyal hayatta lider edinmemişsin. Onun yerine hep başkalarını kabul etmişsin. Halbuki bunlar Allah (cc) için onun Rabb’lık sıfatı için yapılacak olan şeylerdendi. İbadet alanları camilerdi. Ama sen tiyatro alanları­nı, stadyumları, park köşelerini ibadet yerleri edinmişsin.

Ben;

-Ama Allah (cc) beni yarattı, rızk verdi. Ben bunları inkar etmiyorum. Melek;

-Zaten bunları tarihte hiç bir toplum inkar etmedi. Birkaç fert istisna, hatta Firavunlar, Ebu Cehiller, Enver Sedatlar bile..

Ben;

– Eee…Şey…
Melek;

-Hatırlıyor musun sana ruhlar aleminde Allah tarafından “Elestü bi Rabbiküm (Ben Rabbınız değil miyim?), diye bir soru sorulmuştu.

Ben:

-Evet hatırlıyorum, dedim. Melek:

– Orada sana Rabb kavramı soruldu, Halik ve Razık (seni yaratan, sana rızk veren kim) sorusu değil.
Ama sen dünyada bunu düşünmeye zevkten sefa­dan hiç fırsat bulamadın, önemsemedin. Halbuki sen ruh­lar aleminde Allah”a (cc) “Bilakis sen benim Rabbim­in” dedin ve şunları kabul etmiş oldun; Allah”ım ka nun koyucu olarak seni kabul ediyorum, düşüncemi, sosyal hayatımı, ekonomimi, eğitimimi, düğünümü ve ölümümü; kısaca her şeyimi sana göre ayarlayacağım… Neden sözünü yerine getirmedin?!! Şimdi cevap ver, Allah”ın kanunlarına mı  uydun,  yoksa tağutların (Al­lah”a isyan edenlerin) kanunlarına mı?.. Kafandaki dü­şüncelerin, fikirlerin, Allah”ın (cc) kitabına göre mi yoksa şeytanların, müşriklerin kitabına göre mi?…

Aile hukukun, ailenin giyimi, kuşamı, Hz. Fatımaların, Zeynep’lerinki gibi miydi yoksa bir Fransız veya Yunanlınınki gibi miydi? Sosyal hayatını Kur”an”a göre mi ayarladın yoksa Washington”a göre mi? Önder ve lider olarak Peygamberi mi (as) tanıdın yoksa Hafız Esat, Churchill ya da Bush’u mu? Allah”ı sevdiğini söylemekle gece yarılarını, namaz vakitlerini Allah”a mı has kıldın, yoksa TV”ye, eğlencelere, çocuklarına mı? Allah”ın kitaplarıyla, peygamberleriyle alay edilirken ne yaptın?

Yoksa sıcak aş, sıcak eşle, işi mi tercih ettin?.. Cevap ver?

Ben:

-!!…??… …

Titriyorum, sanki şeytan çarpmıştı beni, ne diyebili­rim ki…

– Allah (cc) sizin için peygamberler gönderdi, kitaplar in­dirdi ama siz onlara rağbet etmediniz, neye güvendi­niz!?… İnsanlar öldü, ibret almadınız!.. Paranıza, aklı­nıza, malınıza güvendiniz, halbuki unuttunuz güvenilecek tek mercii Allah”tı (cc). “Kalbimiz temiz” dediniz ibadet etmediniz, namaz kılmadınız, Kur”an”ın hangi sayfasında kalbi temiz olanın namaz kılmayabileceğini yazıyor?… Aldandınız dünya hayatına, ama bir gün ölüm kapınızı çaldı. Zaten kaçamadınız da… Sizi ondan kurtaracak bir nesne, kuvvet yok, olamaz da… İsminizin Müslüman olmasıyla aldandınız… Halbuki bir kafirin adı da Ahmet Mehmet olabilir… Evet Mehmet Bey… Cevap ver! Rabbin kim?”

-…?…

-Öyleyse tat azabı…

-Kabir, kabrim daralıyor… Sıkıyor beni… Kemiklerim… Aman Allah”ım!

“De ki; Şüphesiz kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm muhakkak size ulaşacaktır, sonra gizliyi ve açığı bilene döndürüleceksiniz. İşte O, Rahman ve Rahim olan (Allah) dır.”